NightYiit
Kayıtlı Kullanıcı
Şu kimlik kartlarımız var ya, hani içinde çip var denen… Biliyoruz abi, o ufacık silikon parçası bizim tüm hayatımızı, kimliğimizi temsil ediyor; öyle ki bazen bir banka kapısında, bir noterde ya da en basitinden bir otobüs kartı yüklemesinde tıkanıp kalıyor, yutkunuyoruz. O minicik yonga setinin içinde dönen binbir türlü veri, bizim adımıza sessiz sedasız işleyen bir sistem... Ama o sistem ne kadar kırılgan, hiç düşündük mü? Vallahi düşündük biz, hem de çatır çatır; o çipin, o incecik anten bobinlerinin nasıl bir darbede, nasıl bir eğilmede hassas devrelerinin paramparça olabildiğini, mikro çatlakların lamine tabakanın ardında sinsice beklediğini... Sanki bir pamuk ipliğine bağlı gibi, değil mi? Oysa devlet, "Sağlamdır!" diyor, biz ise "Bir bükülmeye bakar..."
O elektromanyetik alanlar var ya, hani göremediğimiz ama etrafımızı sarıp sarmalayan... Cep telefonlarımız, mikrodalga fırınlar, hatta bazı güvenlik kapılarının o görünmez dalgaları, bizim kimlik kartımızın içindeki o 13.56 MHz frekansında titreşen NFC çipine neler yapabiliyor, bir bilseniz. Adeta görünmez bir fırtına kopuyor o içeride, manyetik indüksiyon prensibiyle çalışan o narin sistemin veri aktarım protokollerini altüst edebiliyor. Okuyucuyla kart arasındaki o sihirli "el sıkışma" anında, bir anlık parazit, bir anlık yüksek voltaj dalgalanması, tüm o dijital kimliğinizi geçersiz bir veri yığınına çevirebiliyor. Sonra git derdini anlat, “kart okumadı efendim...” Kim inanır ki buna, bizden başka?
Sıcak-soğuk döngüleri, nem... Sanki çöl sıcağından buz gibi bir kış ayazına sürükleniyor da o kart, içindeki atomlar, moleküller çılgına dönüyor gibi. Termal genleşme ve büzülme, o küçücük lehim noktalarında, o milimetrik bağlantılarda ne kadar stres yaratıyor, düşünebiliyor muyuz? Özellikle yaz sıcağında cebimizde terden nemlenip, sonra klimanın buz gibi havasına maruz kalan bir kartın içindeki dielektrik malzemelerin özelliklerinin nasıl değiştiğini, yonga ile anten arasındaki o nazik köprülerin nasıl zayıfladığını... Yağmurda ıslanan cüzdanlar, sonra kuruyanlar... Her damla su, her sıcaklık farkı, o silikon kalbin üzerinde sessizce bir gölge gibi dolanıyor, ömründen çalıyor.
Statik elektrik de ayrı bir bela, biliyor musunuz? Hani o yünlü kazağımızı çıkarırken çıkan çıtır çıtır sesler var ya, o minik şoklar... İşte onlar, o kimlik kartımızın içine gömülü narin yonga setinin kapı oksit tabakasını, o hassas transistörlerini nasıl delip geçiyor... Bir anlık yüksek voltaj deşarjı, bir ESD (elektrostatik deşarj) olayı, o verilerin yazıldığı-okunduğu hafıza hücrelerinin dengesini bir anda bozabiliyor, geri dönülmez hasarlar bırakabiliyor. Sonra o tertemiz duran kart, bir anda "arıza" veriyor, nedenini kimse çözemiyor... Sanki görünmez bir el dokunmuş gibi, ama aslında bizim kendi dikkatsizliğimiz, farkındalığımızın eksikliği.
Bir de şu sistemlerin kendini güncelleme, protokol değiştirme, yazılımsal uyum sorunları var... Bizim kartımızda her şey dört dörtlük olsa bile, ya o okuyucu cihazın firmware'i eskimişse? Ya da tam tersi, bizim kartımızın desteklemediği yeni bir şifreleme protokolüne geçmişse... Bir kimlik doğrulama işlemi, adeta iki yabancının birbirini anlamaya çalışması gibi bir çileye dönüşüyor. Kart okumuyor, sistem "kimliği doğrulayamadı" diyor, biz de kala kalıyoruz. Sanki biz suçluymuşuz gibi, sanki bizim kartımız bozukmuş gibi. Oysa sorun çoğu zaman o karmaşık veri validasyon süreçlerinde, o uyumsuzluklarda gizli... Abi ya, vallahi billahi, insan kendi kendine söyleniyor, "Ne yapacağız biz şimdi?" diye.
Çipin belleği de bir ömre sahip, öyle her okuyuşta, her yazışta biraz yıpranıyor aslında... Çoklu okuma/yazma döngüleri, o flash belleğin hücrelerinde mikroskobik aşınmalar yaratıyor, mantıksal hatalara davetiye çıkarıyor. Sürekli aynı noktadan zorlama, o CRC (Döngüsel Artıklık Kontrolü) mekanizmalarını bile bazen yetersiz bırakabiliyor. Bizim kartımızı sürekli kılıftan çıkarıp takmamız, o fiziksel baskı, o yorulma... Her seferinde bir veri bütünlüğü sınaması, her seferinde bir risk. Sanırsın ki, o kartın içinde yaşayan bir ruh var, o da bizimle beraber yoruluyor, yıpranıyor... Ve bir gün, sadece sessizce susuyor, tüm o kimliğimizi de beraberinde alıp götürüyor. Sonra anlıyoruz ki, her şeyin bir ömrü var, bizim dijital kimliklerimizin bile... Ama bu kadar çabuk mu bitmeliydi, bize öyle bakakalmak düşüyor...
O elektromanyetik alanlar var ya, hani göremediğimiz ama etrafımızı sarıp sarmalayan... Cep telefonlarımız, mikrodalga fırınlar, hatta bazı güvenlik kapılarının o görünmez dalgaları, bizim kimlik kartımızın içindeki o 13.56 MHz frekansında titreşen NFC çipine neler yapabiliyor, bir bilseniz. Adeta görünmez bir fırtına kopuyor o içeride, manyetik indüksiyon prensibiyle çalışan o narin sistemin veri aktarım protokollerini altüst edebiliyor. Okuyucuyla kart arasındaki o sihirli "el sıkışma" anında, bir anlık parazit, bir anlık yüksek voltaj dalgalanması, tüm o dijital kimliğinizi geçersiz bir veri yığınına çevirebiliyor. Sonra git derdini anlat, “kart okumadı efendim...” Kim inanır ki buna, bizden başka?
Sıcak-soğuk döngüleri, nem... Sanki çöl sıcağından buz gibi bir kış ayazına sürükleniyor da o kart, içindeki atomlar, moleküller çılgına dönüyor gibi. Termal genleşme ve büzülme, o küçücük lehim noktalarında, o milimetrik bağlantılarda ne kadar stres yaratıyor, düşünebiliyor muyuz? Özellikle yaz sıcağında cebimizde terden nemlenip, sonra klimanın buz gibi havasına maruz kalan bir kartın içindeki dielektrik malzemelerin özelliklerinin nasıl değiştiğini, yonga ile anten arasındaki o nazik köprülerin nasıl zayıfladığını... Yağmurda ıslanan cüzdanlar, sonra kuruyanlar... Her damla su, her sıcaklık farkı, o silikon kalbin üzerinde sessizce bir gölge gibi dolanıyor, ömründen çalıyor.
Statik elektrik de ayrı bir bela, biliyor musunuz? Hani o yünlü kazağımızı çıkarırken çıkan çıtır çıtır sesler var ya, o minik şoklar... İşte onlar, o kimlik kartımızın içine gömülü narin yonga setinin kapı oksit tabakasını, o hassas transistörlerini nasıl delip geçiyor... Bir anlık yüksek voltaj deşarjı, bir ESD (elektrostatik deşarj) olayı, o verilerin yazıldığı-okunduğu hafıza hücrelerinin dengesini bir anda bozabiliyor, geri dönülmez hasarlar bırakabiliyor. Sonra o tertemiz duran kart, bir anda "arıza" veriyor, nedenini kimse çözemiyor... Sanki görünmez bir el dokunmuş gibi, ama aslında bizim kendi dikkatsizliğimiz, farkındalığımızın eksikliği.
Bir de şu sistemlerin kendini güncelleme, protokol değiştirme, yazılımsal uyum sorunları var... Bizim kartımızda her şey dört dörtlük olsa bile, ya o okuyucu cihazın firmware'i eskimişse? Ya da tam tersi, bizim kartımızın desteklemediği yeni bir şifreleme protokolüne geçmişse... Bir kimlik doğrulama işlemi, adeta iki yabancının birbirini anlamaya çalışması gibi bir çileye dönüşüyor. Kart okumuyor, sistem "kimliği doğrulayamadı" diyor, biz de kala kalıyoruz. Sanki biz suçluymuşuz gibi, sanki bizim kartımız bozukmuş gibi. Oysa sorun çoğu zaman o karmaşık veri validasyon süreçlerinde, o uyumsuzluklarda gizli... Abi ya, vallahi billahi, insan kendi kendine söyleniyor, "Ne yapacağız biz şimdi?" diye.
Çipin belleği de bir ömre sahip, öyle her okuyuşta, her yazışta biraz yıpranıyor aslında... Çoklu okuma/yazma döngüleri, o flash belleğin hücrelerinde mikroskobik aşınmalar yaratıyor, mantıksal hatalara davetiye çıkarıyor. Sürekli aynı noktadan zorlama, o CRC (Döngüsel Artıklık Kontrolü) mekanizmalarını bile bazen yetersiz bırakabiliyor. Bizim kartımızı sürekli kılıftan çıkarıp takmamız, o fiziksel baskı, o yorulma... Her seferinde bir veri bütünlüğü sınaması, her seferinde bir risk. Sanırsın ki, o kartın içinde yaşayan bir ruh var, o da bizimle beraber yoruluyor, yıpranıyor... Ve bir gün, sadece sessizce susuyor, tüm o kimliğimizi de beraberinde alıp götürüyor. Sonra anlıyoruz ki, her şeyin bir ömrü var, bizim dijital kimliklerimizin bile... Ama bu kadar çabuk mu bitmeliydi, bize öyle bakakalmak düşüyor...