PrismLagoon
Kayıtlı Kullanıcı
Gözünüz bilgisayar ekranına takıldığında, o soğuk, metalik mesajı gördüğünüz an... "Hesabınızdaki işlemler askıya alınmıştır." Ne demek oluyor bu şimdi? İçinizde bir şeylerin koptuğunu hissediyorsunuz, bir fısıltı değil, resmen bir çığlık yükseliyor beyninizde. Bütün birikiminiz, o günün koşuşturmacası içinde kazandığınız, bazen dişinizden tırnağınızdan arttırdığınız ne varsa, bir anda sanki hiç var olmamış gibi, erişilmez bir duvarın ardına gizlenmiş gibi... İşte tam da o an, haksız yere şüpheli işlem blokesi denilen o kabusun gerçekle yüzleşiyorsunuz, değil mi abi ya?
Sabahın köründe, o günlük telaşla cebinden çıkardığın telefonun titremesiyle başladı her şey... Bir banka bildirimi. "Sayın müşterimiz, hesabınızda şüpheli işlem tespit edilmiştir. Güvenliğiniz için..." Güvenlik mi? Benim güvenliğim mi? O an dünya durur sanki. Birkaç dakika önce sıradan bir hayat sürüyordun, şimdi ise bir anda kendini bir suçlu gibi hissetmeye başlıyorsun. Ne yaptım ben? Kime ne ettim? İşte o "neden ben" sorusu beynini kemirirken, bu durumdan çıkış yolunun ilk adımı, o lanet olası dilekçede yatıyor... Vallahi billahi, kurtuluşun anahtarı o mektupta.
Telefonla bankayı arıyorsun. Dakikalarca, hatta bazen saatlerce o otomatik sesli yanıt sistemlerinde kayboluyorsun. En sonunda birine ulaştığında ise, karşındaki sesin robotik tınısı seni daha da çileden çıkarıyor. "Blokenin kaldırılması için itiraz dilekçesi hazırlamanız gerekiyor." Sanki bir form doldurmaktan bahsediyormuş gibi, o kadar kolay, o kadar sıradan bir şeymiş gibi... Ama o senin paran, senin emeğin ya! İşte bu noktada, o ilk şoku atlatıp, duygusal tepkiler yerine rasyonel bir adım atmanın, yani o dilekçeyi yazmanın ne kadar hayati olduğunu anlıyorsun.
Hatırlıyorum da bir keresinde, yaşlı bir amcamızın başına gelmişti bu durum. Emekli maaşı bloke edilmiş, marketten ekmek alacak parası kalmamıştı. Gözlerindeki çaresizliği görmen lazımdı... Kim bilir ne kadar uykusuz gece geçirdi o blokenin kalkmasını beklerken. İşte o çaresizliğin, o bekleyişin her saniyesi, senin lehine çalışan bir zaman dilimi olmalı. Yani, o dilekçeyi yazmak için bir saniye bile kaybetme. Acele et, ama panik yapmadan, planlı bir şekilde hareket etmeli...
Peki, bu dilekçe ne anlatmalı? Sadece "paramı geri istiyorum" mu demeli? Hayır, asla! O kuru bir dilekçe değil, senin hikayen o... Kimsin sen? Ne iş yaparsın? O paranın kaynağı neydi? İşlemi neden ve nasıl yaptın? Yani, sadece teknik detaylar değil, kendi gerçeğini, kendi dürüstlüğünü haykırmalısın orada. O mektup, seni tanıyan, sana güvenen bir dostunun ağzından çıkmış gibi, ama aynı zamanda bir avukatın titizliğiyle hazırlanmış gibi olmalı.
Masaya oturdun, karşında boş bir kâğıt ya da bilgisayar ekranı... Nereden başlayacağını bilemiyorsun, değil mi? İşte tam da bu anda, derin bir nefes al ve her şeyi sakinlikle gözden geçir. O şüpheli görünen işlemi, sonuna kadar anla. Ne zaman yaptın? Nereye gönderdin? Kimden geldi? En ufak bir detayı bile atlama. Banka dekontları, varsa yazışmalar, e-postalar... Bunlar senin sessiz tanıkların, senin lehine konuşacak delillerin olacak. Her bir belge, o dilekçenin sağlam temeller üzerine kurulduğunun kanıtı...
En acısı da ne biliyor musun? Bu süreci yaşarken, sanki suçluymuş gibi hissetmen. O bankacının sana şüpheyle bakışı, o telefonun ucundaki sesin soğukluğu... Sanki bütün dünya sana karşıymış gibi bir duygu kaplar içini. Ama unutma, sen haklısın! Senin o dilekçen, senin o haksızlığa karşı duruşun, bu hissin tam tersi olmalı. Kendine güvenli, açık ve net bir ifadeyle, "Ben suçlu değilim, bu para benim ve hakkım!" demelisin o satırlarda... İşte o zaman, içindeki o yangın, doğru bir mücadeleye dönüşür.
Dilekçenin diline gelince... Ağır bir hukuk dili mi kullanmalısın, yoksa günlük konuşma dilinde mi yazmalısın? İşte tam bu noktada, o eski gazeteci kimliğim devreye giriyor. Dengeli olmalısın. Yasal terimleri doğru yerlerde kullanarak ciddiyetini korumalısın, ama aynı zamanda insan olduğunuzu, bir hikayenizin olduğunu hissettirmelisin. Fazla süslü cümlelerden kaçın, ama kuru bir metin de olmasın. Samimi ol, net ol, ama bir yandan da konunun hassasiyetini koru... Sanki bir hakime değil de, sana haksızlık yapan kişinin vicdanına sesleniyormuş gibi...
Ve en önemlisi... Bu dilekçeyi yazıp göndermekle iş bitmiyor. Takip etmeli, peşini bırakmamalısın. Bürokrasinin çarkları yavaş döner, bazen unutulur, bazen ertelenir. Ama sen, kendi hakkının bekçisi olmalısın. Telefon aç, e-posta gönder, mümkünse şubeye git. "Dilekçem ne durumda?" diye sor, soruştur. Bu bir mektup değil sadece, bu senin verdiğin bir mücadele... Ve her mücadelenin sonunda bir zafer ya da bir ders vardır. Umarım ki seninki zaferle sonuçlanır...
Bu sürecin yorucu olduğunu biliyorum. Belki de haftalar, aylar sürecek. İçindeki o bıkkınlık hissi, o "ne olacaksa olsun" noktasına getirebilir insanı. Ama sakın pes etme. Unutma, o dilekçe sadece bir kâğıt parçası değil. O, senin itirazın, senin sesin, senin hakkını arayışın. Ve çoğu zaman, bu dünyada adaleti bulmanın tek yolu, onu sonuna kadar aramak, peşini asla bırakmamak...
Sabahın köründe, o günlük telaşla cebinden çıkardığın telefonun titremesiyle başladı her şey... Bir banka bildirimi. "Sayın müşterimiz, hesabınızda şüpheli işlem tespit edilmiştir. Güvenliğiniz için..." Güvenlik mi? Benim güvenliğim mi? O an dünya durur sanki. Birkaç dakika önce sıradan bir hayat sürüyordun, şimdi ise bir anda kendini bir suçlu gibi hissetmeye başlıyorsun. Ne yaptım ben? Kime ne ettim? İşte o "neden ben" sorusu beynini kemirirken, bu durumdan çıkış yolunun ilk adımı, o lanet olası dilekçede yatıyor... Vallahi billahi, kurtuluşun anahtarı o mektupta.
Telefonla bankayı arıyorsun. Dakikalarca, hatta bazen saatlerce o otomatik sesli yanıt sistemlerinde kayboluyorsun. En sonunda birine ulaştığında ise, karşındaki sesin robotik tınısı seni daha da çileden çıkarıyor. "Blokenin kaldırılması için itiraz dilekçesi hazırlamanız gerekiyor." Sanki bir form doldurmaktan bahsediyormuş gibi, o kadar kolay, o kadar sıradan bir şeymiş gibi... Ama o senin paran, senin emeğin ya! İşte bu noktada, o ilk şoku atlatıp, duygusal tepkiler yerine rasyonel bir adım atmanın, yani o dilekçeyi yazmanın ne kadar hayati olduğunu anlıyorsun.
Hatırlıyorum da bir keresinde, yaşlı bir amcamızın başına gelmişti bu durum. Emekli maaşı bloke edilmiş, marketten ekmek alacak parası kalmamıştı. Gözlerindeki çaresizliği görmen lazımdı... Kim bilir ne kadar uykusuz gece geçirdi o blokenin kalkmasını beklerken. İşte o çaresizliğin, o bekleyişin her saniyesi, senin lehine çalışan bir zaman dilimi olmalı. Yani, o dilekçeyi yazmak için bir saniye bile kaybetme. Acele et, ama panik yapmadan, planlı bir şekilde hareket etmeli...
Peki, bu dilekçe ne anlatmalı? Sadece "paramı geri istiyorum" mu demeli? Hayır, asla! O kuru bir dilekçe değil, senin hikayen o... Kimsin sen? Ne iş yaparsın? O paranın kaynağı neydi? İşlemi neden ve nasıl yaptın? Yani, sadece teknik detaylar değil, kendi gerçeğini, kendi dürüstlüğünü haykırmalısın orada. O mektup, seni tanıyan, sana güvenen bir dostunun ağzından çıkmış gibi, ama aynı zamanda bir avukatın titizliğiyle hazırlanmış gibi olmalı.
Masaya oturdun, karşında boş bir kâğıt ya da bilgisayar ekranı... Nereden başlayacağını bilemiyorsun, değil mi? İşte tam da bu anda, derin bir nefes al ve her şeyi sakinlikle gözden geçir. O şüpheli görünen işlemi, sonuna kadar anla. Ne zaman yaptın? Nereye gönderdin? Kimden geldi? En ufak bir detayı bile atlama. Banka dekontları, varsa yazışmalar, e-postalar... Bunlar senin sessiz tanıkların, senin lehine konuşacak delillerin olacak. Her bir belge, o dilekçenin sağlam temeller üzerine kurulduğunun kanıtı...
En acısı da ne biliyor musun? Bu süreci yaşarken, sanki suçluymuş gibi hissetmen. O bankacının sana şüpheyle bakışı, o telefonun ucundaki sesin soğukluğu... Sanki bütün dünya sana karşıymış gibi bir duygu kaplar içini. Ama unutma, sen haklısın! Senin o dilekçen, senin o haksızlığa karşı duruşun, bu hissin tam tersi olmalı. Kendine güvenli, açık ve net bir ifadeyle, "Ben suçlu değilim, bu para benim ve hakkım!" demelisin o satırlarda... İşte o zaman, içindeki o yangın, doğru bir mücadeleye dönüşür.
Dilekçenin diline gelince... Ağır bir hukuk dili mi kullanmalısın, yoksa günlük konuşma dilinde mi yazmalısın? İşte tam bu noktada, o eski gazeteci kimliğim devreye giriyor. Dengeli olmalısın. Yasal terimleri doğru yerlerde kullanarak ciddiyetini korumalısın, ama aynı zamanda insan olduğunuzu, bir hikayenizin olduğunu hissettirmelisin. Fazla süslü cümlelerden kaçın, ama kuru bir metin de olmasın. Samimi ol, net ol, ama bir yandan da konunun hassasiyetini koru... Sanki bir hakime değil de, sana haksızlık yapan kişinin vicdanına sesleniyormuş gibi...
Ve en önemlisi... Bu dilekçeyi yazıp göndermekle iş bitmiyor. Takip etmeli, peşini bırakmamalısın. Bürokrasinin çarkları yavaş döner, bazen unutulur, bazen ertelenir. Ama sen, kendi hakkının bekçisi olmalısın. Telefon aç, e-posta gönder, mümkünse şubeye git. "Dilekçem ne durumda?" diye sor, soruştur. Bu bir mektup değil sadece, bu senin verdiğin bir mücadele... Ve her mücadelenin sonunda bir zafer ya da bir ders vardır. Umarım ki seninki zaferle sonuçlanır...
Bu sürecin yorucu olduğunu biliyorum. Belki de haftalar, aylar sürecek. İçindeki o bıkkınlık hissi, o "ne olacaksa olsun" noktasına getirebilir insanı. Ama sakın pes etme. Unutma, o dilekçe sadece bir kâğıt parçası değil. O, senin itirazın, senin sesin, senin hakkını arayışın. Ve çoğu zaman, bu dünyada adaleti bulmanın tek yolu, onu sonuna kadar aramak, peşini asla bırakmamak...